28 Ocak 2012 Cumartesi

Çocuğa İthafen.

Bir şarkıydı sanki gözlerin, sağır bir bestekâr tarafından yapılmış. Gün gelir fırtınalarla boğuşur gün gelir sessiz bir liman olurdu gelen geçen gemilere…
Yüreğinin dibi kumlarla kaplıydı adeta. Her demir atan geminin çapasında bir parça kalan.
Zaman zaman bulanan suların vardı. Zaman zamansa durulan. Lunapark vardı ruhunun çıkmaz sokağında içindeki çocuğa ait. Tüm biletler elindeydi. Mutlu olduğunda etrafında 360 derece dönen atlıkarıncada mutsuz olduğunda da dünyayı 360 derece görebileceği dönme dolapta alıyordu soluğu.
Hayatı korku tünelinde geçiyordu. Nerden ne çıkacağını ezberlemesine rağmen yine de ürperiyordu karşılaşınca.
Bazen dev aynasının karşısına geçip boyunu aşıp cücelere hükmediyordu, bazense cüce aynasında Güliver’e kafa tutuyordu. Korkuyordu aslında hem devlerden hem de cücelerden…
Atış pistinde ördek yerine kalpleri vuruyordu. Her kalp kırışında bir oyuncak alıp kendini mutlu ediyordu. Yalnız yatmaktan korktuğu için hepsi başucundaydı. Hepsinin adı işi karısı kocası vardı kendi dünyalarında. Kim az bir adım atacak olsa kaçıp gidiyordu arkasına bile bakmadan. Ne de olsa çocuktu. En fazla dizleri kanardı düştüğünde. Öyle değildi işin aslı. Düştüğünde dizleri değil yüreği kanardı, aldırmazlıktan gelirdi. Saçları kısacıktı, askılı şortları vardı. Kumdan kaleleri, baba sevgisi, biriktirdiği gazoz kapakları falandı tüm serveti. Bir de kirlenmesine izin vermediği bedeni. Garip…
Pembe panter gibi akıllı, Silvester gibi salaktı aslında. Kimsesizdi zaman zamansa… Kırdığı kalplerden kazandığı oyuncak ayılarıyla…
Eline sanki bir elma şekeri tutuşturulmuş geziyordu. Elmayı yiyip sapı kaldığınca dünyasına geri kaçıp saklanıyordu her şeyden herkesten… Hala anlayamamıştı elinde hep sapların kalacağını, elmaları ise yutacağını.

15 Aralık 2011 Perşembe

Özledim.

Bugün günlerden “Özlem” miş… Takvimden baktım. Hafızam sende kalmış olmalı ki günlerin ucunu kaçırdım. Bilirsin zaten bir gitti mi zor yakalıyorsun bir daha…
Dün gece yatakta kendimi düşünürken yakaladım uzun zaman sonra. Ya düşünüyordum kendime çaktırmıyordum ya da işime gelmiyordu algılamak. Günah çıkartırcasına düşünüyordum hem de. Özleyerek düşünüyordum. Anarak düşünüyordum. Gözlerimi açmadan sımsıkı düşünüyordum. Gözlerimi açtığımda kaybolacaksın zannediyordum galiba. Yada bir yerlere gideceğini zifiri karanlıkta.
Hani kibrit kutusundan bir çöp çıkartır yakarasında diğer kardeşleri üzülüp ağlarlar ama sana çaktırmadan sırasının gelmesini beklerler. Kutu kapandığındaysa hele ki birde yanan çöpü içerisine koyduysan ona sarılıp ağlarlar hem de usul usul. Neden yanmaz sanırsın bazen kibritler? Nemlenirler gözyaşlarıyla.
Yada kapağı çıkarılan kalemler neden sürekli masadan düşer bilir misin? Kapaklarını özledikleri için. Onsuz eksiktirler ve elinden gelen en güzel intiharı yaparlar. Belki de ilgi çekerler alırsın kapağını takıp yerine koyarsın. Ya diş fırçalarının macuna olan aşkını bilir misin? Onunla köpürüp coşmasını? Ya klavyenin Mouse olan aşkını? Yada gözlerimin gözlerine olan özlemini anlatmama gerek var mı?
Yıllar evvel bana alınan oyuncak ayımı kaybettiğim gün ki gibi özledim. Çocukluğum gibi özledim. Benliğim gibi özledim. Yokluğum gibi özledim. Emziğimi sobaya attığım gün ki gibi özledim kimselere çaktırmasam da
Hayret ki ruhumun derinliklerinde sakladığım bir şey yok. İçimdeki neyse dilimde ki de o bu aralar. Yada tam tersi.
Amy Winehouse’un “Wake Up Alone” şarkısı gibiyim sanki. Kırık ufak tefek nefret dolu ne yapacağını bilemez hüzünlü tanımsız sessiz çığlıklarla dolu. “He swims in my eyes by the bed” derken bile şarkıda gözlerimi kapatıyorum yüzdüğün özlem denizin dalgalanmasın diye.
Beş harflik bir kelime şu aralar baş tacım. Evimin en güzel köşesinde yeri. En güzel tabloma baktığımda o var. Yatağa girdiğimde onunla sevişiyorum. Onun üzerine cümleler kurup onunla orgazm oluyorum. Boşaltıyorum içerimdeki seni… Onun dudaklarını öpüp ona aşk cümleleri kuruyorum.  
Aslolan ne biliyor musun? Aslolan sensin aslolan özlemin aslolan çekik gözlerin aslolan incecik öpmeye kıyamadığım dudakların aslolan kısacık saçların… Aslolan senin toplamın… 
Ve biliyorum ki yarın yine sensizliğe özlem dolu bir gün bekler beni. Ve yine biliyorum ki yarın günlerden yine “Özlem…” yine aynı hüzün dolu yine aynı tantana…

Kaç Kere Kaç.

Siyah beyaz filmler gibiyim bu aralar… Dalga dalga atlayan görüntülerle kaplı… Hafif cızırtılı az karıncalı birazda bulanık. Sesler yarım yamalak, nostaljik…
Arkada Edith Piaf sarkıları dönüyor sanki hissediyorum…  Usul ve narin bir şekilde fısıldıyor adeta kulağıma… “Quand il me prend dans ses bras ,Il me parle tout bas,Je vois la vie en rose dalıp gidiyorum usulca hayallere….
Söylediği gbi pembe hayat varmıydı ki? Pembenin her tonu olabilecek. Tıpkı kendi sesi gibi naif, kırılgan ama bir o kadarda kararlı bir hayat?
Kolay mıydı ki o kadar istediğin hayata dönmek derken tokat gbi çarpıyordu sözlerini suratıma…
Cest toi pour moi, moi pour lui dans la vie, Il me la dit, la juré pour la vie…
Gerçekten öylemiydi… Hayatta benim için o,onun için ben diye yeminler varmıydı?
Tüm aşklar Fransızca yaşanınca mı değerliydi yada daha romantik? Yada aşkın bir dili varmıydı? Aşıkken Fransızca bilmesen bile aşk şarkılarını anlayabiliyormuyduk? Anlayamıyorsak neden dalıp gidiyorduk O “Et dès que je l'aperçois Alors je sens en moi” diyince?
Komplike hayatlardan kurtulup evrensel bir dilmiydi aşk? Yada bir pastanın dilimi? Yada bir elmanın çekirdeği veya portakalın kabuğu?
Neden bir kefeye koymak bir sınıfa sokmak zorundaydık ki bunu? Özgür bırakmayıpta her seferinde kalbimize mi hapsetmek zorundaydık ki? Kuş kafes hikâyesindeki gibi…
Özlediysek neden sitem mesajları yerine aşk destanları yazmadık? Yoksa artık onlarda mı klişeleşti tarihin tozlu raflarında? Artık trend bumuydu? İki gün oynaş savur aşk dilindeki tüm kelimeleri sonra çek git. Kayıp…
Bir bedende kaç kişilik ruha yer vardı? 2-3-5? Kaç tane yüze yer vardı dimağda? Severek bakabileceğin, içini titretecek, dokunmaya kıyamayacağın bir yüz?
Cebindeki kelimeleri umarsızca savuracağın kaç benlik vardı? Aşk şarkıları fısıldayabileceğin kaç kulak yada? Girip çıkabileceğin içini hunharca dağıtıp gidebileceğin kaç kalp? Kadehinden şarap içebileceğin kaç dudak? Derinlerine bakıp kaybolacağın kaç gözbebeği? Kendini görebileceğin kaç beden vardı ki?
Sırtını düşünmeden dönebileceğin, zehirli sarmaşık gibi değilde şefkat dolu bir göğüsle yatabileceğin kaç vücut? Okşayabileceğin kaç tel saç vardı ki?
Tutup gezebileceğin kaç el yada yaslanıp ağlayabileceğin kaç omuz vardı ki geriye kalan? Ne kadar yaşam vardı aslında gezilmeye değer?
Boşver sen kulak ver şarkıma…                                                                         
Et dès que je l’aperçois. Alors je sens en moi. Mon coeur qui bat. Des nuits d'amour à plus finir. Un grand bonheur qui prend sa place. Les ennuis, les chagrins s’effacent. Heureux, heureux à en mourir
**Fransızca kısımlar Edith Piaf-La Vie En Rose şarkısından alıntıdır…

1 Aralık 2011 Perşembe

Zamanın Ötesinde Birine.

Bugün günlerden yine “Sen” sin… Ne Çarşambanın gidişi umurumda ne de davul zurna ile gelen Cumartesi… 
Kim bilir bunu sana ne zaman vereceğim okuman için.  Sanırım yeterli cesareti ne zaman bulursam kendi içimde o zaman. Devrik cümlelerim olacak yine totalinde. Can Yücel tarafım kabaracak kimi zamansa. Ama içeriği hep sen olacak biliyorum taaa en başından.
Yaralı kalbine kırılmış ruhuna merhem olacağım belki tamamlanmamış dokunuşlarımla kendi yaralarımı unutup. Yine kaçak bakışlar atacağım gözlerine utanarak… Utandığım zaman kıpkırmızı oluyorum ama insanlar hala benim gibi birinin nasıl olurda utanabilir olduğuma inanamıyorlar zaman zaman. Sanırım yüzüme taktığım yüzlerce maskelere alışkın olduklarından.
Belki bir ilişkiye hazır değilsin ya da istemiyorsun. Korkma durumumuz farklı değil. Bende henüz emin değilim. Aynı taraftayız yani kantarda. Tek hissettiğim bir şey var o da seni gerçekten yanımda istemem.  Gördüğüm en son yüz senin olsun gece yatarken uyandığımda gördüğüm ise yine senin yüzün. Sen bakmasan da olur. Uyuyabilirsin yani J
Romantizm falan sağlama bana. Sadece yanımda dur. Maç izleyelim sohbet edelim sarhoş olalım sevişelim duş alalım birlikte.
Ruhlarımız sevişsin biz uyurken. Gözlerimiz öpüşsün birbirimize bakarken. Dokunmasak da olur birbirimize. Aynaya baktığımda sen belir zaman zaman. Ben duş alırken sen tıraş ol yanımda. Köpük savaşı yapalım evde sonra da ortalığı temizleyelim yine birlikte.
Sokakta el ele yürüyelim. Sen elini çek ben yakalayayım. Sen ağla ben sana mendil vereyim sen gül ben gülistan olayım. Sen sen ol ben zaten karışırım sana. Camlara taş atıp kaçalım balkonda yıldızları sayalım. Şarap içelim yine birlikte. Ardından tatlı yiyelim kusalım. Ama sen ol kendin ol. Maskelerini kalkanlarını bir yerde bırak.
Sigara saralım. Evin içinde dans edelim. Varsın sevgili olmasın adımız. Biz olsun. Sen olsun ya da. En yakışanı bu olur galiba.
Farklı dünyalarda yaşamayalım. Gezegenlerimiz olmasın. Yörüngesinden çıkan göktaşları uğramasın ülkemize. Milletimiz bayrağımız dinimiz dilimiz olmasın. Sen ol sadece. Ben uyarım sana. 
Kapıları kapatmayalım hiç. Varsın buz kessin evimiz. Sarılarak donalım Ayrı ayrı üşümektense.  Farklı gözyaşlarımız olacağına bir aksın gözlerimiz. Bir sen ağla ben beş ağlarım.
Farkındalığımız ve farklılığımız olsun boy boy. Koşuştursunlar bahçede.
Her şeyi boş ver… Dediğim gibi sen ol. Ben her şekilde karışırım sana. İster buz ol isterse buhar….

28 Kasım 2011 Pazartesi

Bir Tutam Savaş.

Gözlerinden anlaşılıyordu ne kadar yorgun olduğu. Sanki savaştan çıkmış gibi ürkek ve çekingendi göz kırpışları bile… O da haklıydı aslında. Savaştan çıkmıştı. Kim bilir hangi cephede kaç düşmana karşı durmuştu aşkını koruyabilmek için.

Bir an duraksayıp ne işim var dercesine baktı suratıma. Ne yapıyordum ben burada? Ne işim vardı? Yaralarımı saracak şefkat gösterecek bir bedene mi ihtiyacım vardı diye sorguladı cevabını bildiği halde. Evet, aslında ihtiyacı olan bir duraktı. Fırtınalarda sığınacak bir liman, savaştan kaçabileceği bir sığınaktı belki de…

Kararsızsa konuştu. Ağzından birçok kelime yerine birkaç kelime çıktı. Sözcüklerini bile tasarruflu kullanıyordu. Alışmıştı ne de olsa savaşlardan… Sonucunda kaybedeceğini bile bile… Bir an duraksayıp özelini açmaya kalktı. Kararsızca soru işaretleri beliriverdi. Çaktırmadı… Kırık bir gülümsemeyle kapatmaya çalıştı…

Ruhuna yağan yağmurlardan belli ki üşüyordu. Ruhu titriyordu. Gözbebeklerinde çaresizlik barındırıyordu. Perdeler çekmişti karartma günlerindeki gibi. Aslına o da farkındaydı karanlığın sonsuza kadar gidemeyeceğinin. Şizofrence sarıldı ona. Gönlüne güneş doğması umuduyla.

Öpüşürken bile tereddütlüydü. Dudakları titriyordu. Dili ağzımdayken bile kararsızdı. Boynumda arıyordu o güven kokusunu. Binlerce kez bıçaklanmanın verdiği korkuyla sırtını bile dönmemişti henüz. Dokunuşlarda tedirgin gözlerime bakmasında kararsız beklide umutsuzdu.

Onu unutacak kadar vakti yokken nerden gelmişti bu hikâye önüne… İstediği halde çeviremezdi ki sayfaları… Dermanı yoktu sanırım ya da hala kulaklarındaydı sessiz silah sesleri.

Gözlerimle tüm gün köşe kapmaca oynamıştı. Evde bakmadığı yer kalmadı. Gözbebeklerini henüz bir yere konduramamıştı. Nereye uçacağını bilmeyen kuşlar gibi geziyordu odanın içerisinde.

Dipsiz kuyudaydı adeta… Sonunda yine savaşa düşecekti. Aklında bunlar vardı ki mesafeliydi dizlerime yattığında bile. Sarılması yarımdı. Bir eli diğerine kavuşamadı tıpkı yüreğimin yüreğine kavuşamadığı gibi. Tıpkı sözü bitmemiş bir şiirin verdiği burukluk gibi. Tıpkı O gibi. Tıpkı ben gibi…

Her cebinde bir anısı vardı. Sigara yerine onları yakıp içti tüm gece. Bedenini anılara bıraktı. Anılarla intihar etmeye kalktı. Anılarla ölmeye… Devam edemez gibi geliyordu hayat ona. Kendine bir şans vermiyordu. O yüzden tüm sahteliğini bırakmıştı zaten dakikalar evvel yatakta…

İçine girebilir miyim diyordu sessizce. Sığınacak liman aradığı zaten besbelliydi. Gözlerinden yaş yerine aşk akıyordu. Düş yerine düşman olmuştu yarına. Yar yerine kar yağıyordu benliğine. O yerine başkası yaşıyordu hayatını..

Öznesi belli olmayan üçüncü şahıs cümleleri vardı tekerleme niyetine dilinde. Ne yapsa mazi kokuyordu hala buram buram. Ter yerine acı çıkıyordu bedeninden. Kan yerine hüzün dolaşıyordu damarlarında. Ben yerine O vardı sanki… Kendi hayatını bile üçüncü şahıslara adamıştı.
Annem vardı diyebildi bir de kardeşim… Çok parlak bir geçmişim olmadı derken bir sigara daha yaktı. Hafif gülümsedi. Gülümserken bile hüzün aktı gözlerinden.

Benliğimde sanki bir yer açıldı. Gel burası huzurlu diyesim geldi serdeki erkekliğe aldırmadan. Tek kelime… Gel… Bir daha gitme…

Gülle gibiydi savaşmaktan yorulmuş ruhu… Üstelik birkaç yarası ve kurşun sıyrıkları da vardı. Kanıyordu içten içe ama yine de o kırık gülümsemesini yapıştırmıştı yüzüne… “ama ben…” Diye cümleye başlayacakken her seferinde yeniden vazgeçişlerini gördüm dilinde. O cümleleri yutuşlarını.

Canı acıyordu belli ki. Çaktıramıyordu o da.

Gülümsedi yeniden aynı ifade ile. Sadece dokundum. Sessizce… Pürüzsüz yağlı bir teni vardı. Çelimsiz bacakları, incecik parmakları savaştan yorulmuş gözleri. Tanrının elinden çıkmış ama yarım kalmış bir hikâye gibiydi. Tamamlanması gereken ama tamamlanmayan. Noktasını arayan, yüklemi eksik…



18 Kasım 2011 Cuma

Kaçamıyorum.

İçindeyim artık dedi kısık bir sesle… Hiç çıkmamacasına… Canım yanıyordu buna rağmen sesimi çıkartamadım. Derin bir nefes verebildim sadece… “Evet” dedi, “Sende hissediyorsun”… git geller hızlandıkça daha çok canım yanıyordu ama ses edemiyordum. Bende haz duyuyordum sanırım bundan.
Boğuk bir sesle “Yeter!” diyebildim sadece… “Yeter!!!”… Duymamış olacak ki kendi duygularını tatmin etmeden çıkmaya niyeti yok gibiydi içimden. “Git artık” dedim duymadı. “Canımı yaktın” dedim umursamadı…
Duygularımın altında kalmış eziliyordum. Canım yanıyor, gözlerimden yaşlar geliyordu fakat ben ne onu, ne de gözlerimden akan yaşı, aslında içimdeki “O” büyük acıyı durduramıyordum. Belki ben de durmasını istemiyordum gizliden gizliye. Belki bunu kendime bile itiraf edemezken haz veriyordu bu acı bana da. İçimdeki narsist uyanmıştı belki de…
Çıkmalıydı artık kalbimden… Bu gitgellere dayanamıyordum. İçimdeydi evet! Kalbimin en derinlerine girebilmeyi başarmıştı sonunda  ve üzerimde bıraktığı acının da farkındaydı… Sanırım o da haz duyuyordu bu sadistlikten…
“Gitmeliyim artık” dedim … Yolun sonu.
Kalbime daha fazla zarar verdiremezdim. “Nereye” diyebildi sadece…” Nereye gidiyorsun? Daha...“ Sözünü bile bitiremeden kalktım. Ayaklarımın üzerinde duramıyordum. O birkaç saatte yaşadığım acı bacaklarımdaki bütün gücü bedenimdeki tüm enerjiyi çekip almıştı sanki…Halim kalmamıştı… Olduğu yere yığıldı bedenim.
Tek hissedebildiğim terli bedeni, hafif yaşlı gözleri ve hala ben kokan dudaklarıydı. Eli ise çıkmak istemediği kalbimin üzerindeydi. “Çok güzeldi “ dedi kısık sesiyle. “Gitme! Kal! “
Susabildim sadece… Gözlerimle onayladım gözlerini. Kalıyordum... Kalbimin tecavüzüne göz yumarak. Anlamsız şarkılar mırıldandı. Bizi anlatmış dediğine göre… Sigaradan pas kokmuş ellerini gezdirdi yüzümde… Koca bir tebessüm belirdi dudaklarında. Sararmış dişlerini görebiliyordum. Kısık gözlerini hafif ince dudaklarını. Geriye taradığı kıvırcık saçlarını.
“Soyunmak istiyorum” dedi yine aynı tonda… Çıplak ve ürkek bedenini görebiliyordum. Tam karşımdaydı. Kim bilir kaç kişi dokunmuştu benden önce. Ya o kim bilir kaç kişinin kalbine tecavüz etmişti? Beynimde ki soru kargaşasından bir anlık dokunuşuyla uyandım. Ben çıplaktım. Tüm benliğimle çırılçıplak önündeydim. Sanki ciğerlerim çıkacaktı ağzımdan heyecandan.
Çok soğuk olmalı ki içerisi hafif bir ürperti kapladı içimi. Ruhum diken diken olmuştu. Sakin ol dedi… Zaman ve mekan kavramını yitirmiş deli gibi koşuyordu ruhum bedenimin bahçelerinde başına geleceklerden habersiz….
Bu kez kısık tonla “hazır mısın?” dedi. Ben orda değildim ki! Onaylamış olmalıyım ki git gellere devam etti. Bu sefer tam içimdeydi! Evet hissedebiliyorum! “Evet “diyordu naralar atarak! İşte bu! En son kalbimin üstüne yığıldı. Çekik gözleriyle bana bakıyordu gülümseyerek.
“Aşık olmak yok” diyordu saçmalarcasına… Demin tecavüz ettiği kalbe hemde… Sigara yakıp bana uzattı. Kalbimin her yerinde onun parçaları vardı. Dilinden dökülen kelimeler saçılmıştı kalbimin heryerine…
İstediğim tek şey duş almaktı. Senden, teninden, kelimelerinden arınmak… Vücudumda,kalbimde bıraktığın lekeyi, kokunu temizlemek  istiyordum, dokunuşlarından kaçmak istiyordum … Ama Gidemiyordum. Boşluktaydım…. Ana rahminde bir bebek gibi savunmasız, kıvrılmış düşüyorum sadece…


17 Kasım 2011 Perşembe

Kendimden Geriye.

Herkesi özendirecek kadar  koskocaman eğlenceli yada büyüleyici bir hayatım yok ki…  Ara sıra terkettiğim ama hasretine dayanamayıp tekrar elime alıp dudaklarımda sonlandırdığım bir sigaram bir de sahip olduğum karamsar yanım var derinliklerde…
Rolling in the deep şarkısını bile zamanlar snra dinleyebildim o kadar yani…. Derinliklere inmek zor ve meşakkatlidir bende… Everest var içimde içe doğru…. İnmek zor çıkmak imkansız gibi…
Orası sanırım benim geri dönüşümsüz alanım… Atıyorsun ve umudunu kesiyorsun. Atıyorsun ve arkana bakmıyorsun. Atıyorsun ve unutuyorsun. Atıyorsun ve kaybediyosun belkide…
Bir amacım olmadı bu hayatta benim. Mutluluğumu yada mutsuzluğumu da çingeneler gbi yaşadım. Bugün bulduysam bugün harcadım. Ertesi günü düşünmedim içlerimde,derinliklerimde… Kimseye sahip olmaya çalışmadım aitlik hele düşünmedim.
Sadece dokunuşlarımda can bulmak için koşuşturdum. Teninin derin vadilerinde uçurtmalar uçurdum gözlerine. Dudaklarından kayıp göğsüne düştüm. Kirpiklerinde saklanıp sol tarafında sobelendim. Hep kendim oldum.
Sigaramı tutuşumda öldüm. Kadehimde gözlerini sununca can buldum. Yani öldüm dirildim. Yani uyudum uyandım. Yani bir yandım bir söndüm. Yani bir ben oldum bir yok oldum.
Dizlerinde uyudum sırtında uyandım. Kasıklarında can buldum bedeninde öldüm. Sırtını döndün nefesim kesildi yüzünü döndün ben oldum. Yani bir yarattın bir yokettin.
Aşık olmadım. Kısa ve öz. Ben oldum sadece. Bir ben oldum bir de sen. Diğer tekil yada çoğul şahısları sildim. Unuttum dilimi. Yuttum. Baktım. Gördüm. Ve gittim… sadece ve öylece gittim… Nerelere mi? Cevabı yok…
Kayboldum… Sanırım hala kasıklarındayım yada hayır çoktan yukarlarda olmalıyım. Ellerinde yada saç diblerinde. Bilmiyorum neredeyim. Kalp atışlarını duyabiliyorum sanırım boynundayım yada kulak memelerinde takılı kaldım.
Son hatırladığım “nefes ver seni içime çekeceğim” demendi. Belkide gizlice sızdım damarlarındayım. Belkide kalbin beni pompalıyordur kan yerine. Beyninde yada parmak uçlarındayımdır. Fırtına sesi var gbi. Galiba ciğerlerindeyim. Ne kadar güçlü nefesin var… Yada gizlediğin fırtınalar mı bunlar içinde kopan? İlerde bir çocuk var. Çökmüş oturuyor. Ses vermiyor inatla. Onu ne zaman öldürdün?
Giderek daha da karanlıklaşıyor burası… Orada kimse var mı?!! Duyan?!